“Ermeni Soykırımı” Anlatısının Hakimiyeti ve Süryani Soykırımı’nın sessizliği: Bir mukayeseli analiz

Feyyaz Kerimo

1915’te Osmanlı’daki Hristiyan toplulukların tamamı benzer şekilde kitlesel şiddet ve tehcire maruz
kalmışken, neden özellikle ‘Ermeni Soykırımı’ kavramsallaştırması kamuoyunda öne çıkmakta,
Ermenilerle birlikte Süryaniler gibi diğer Hristiyan halkların adı bu anlatıda daha geri planda kalmaktadır?

1915’te Osmanlı’daki Hristiyan toplulukların tamamı benzer şekilde kitlesel şiddet ve tehcire maruz
kalmışken, neden özellikle ‘Ermeni Soykırımı’ kavramsallaştırması kamuoyunda öne çıkmakta,
Ermenilerle birlikte Süryaniler gibi diğer Hristiyan halkların adı bu anlatıda daha geri planda

kalmaktadır?

1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulanan sistematik şiddet, yalnızca Ermenileri değil,
aynı zamanda Süryanileri (Keldanileri, Nasturileri) ve Pontus Rumlarını da hedef almıştı. Ancak
uluslararası kamuoyunda ve tarih yazımında, bu süreç neredeyse tekil biçimde “Ermeni Soykırımı”
(Armenian Genocide) terimiyle anılmaktadır. Bu çalışmada, Ermenilerin bu anlatı içinde neden
merkezi bir konumda yer aldığı, Süryanilerin ise görece sessiz bir tarihselliğe mahkûm edildiği
tarihsel, sosyopolitik ve kültürel dinamiklerle birlikte analiz edilecektir.

  1. Demografik Ağırlık ve Coğrafi Yayılım
    1915 öncesi Osmanlı’daki Ermeni nüfusu, yaklaşık 1,5 ila 2 milyon arasında tahmin edilmekte
    olup, bu rakam Ermenileri İmparatorluk içindeki en kalabalık Hristiyan halk hâline getirmiştir
    (McCarthy, 1983; Akçam, 2012). Ermeniler, özellikle Doğu Anadolu’da yoğun nüfuslu köy ve
    şehirlerde yaşamaktaydılar. Bu yoğunluk, onların tehciri ve yok edilişi sürecini daha görünür
    kılmıştır. Buna karşın, Süryani topluluklarının nüfusu tahminen 250.000–500.000 arasında olup,
    daha dar bir coğrafi alana (özellikle Tur Abdin, Mardin, Midyat, Diyarbakır ve Hakkâri havzaları)
    dağılmıştı (Gaunt, 2006).
  2. Siyasal Örgütlenme ve Ulusal Bilinç
    19.yüzyıl sonlarından itibaren Ermeni toplumu içinde güçlü bir ulusal bilinç yükselmişti. Hınçak ve
    Taşnak gibi siyasal örgütler, yalnızca topluluk içinde değil, aynı zamanda uluslararası alanda da
    faaliyet göstererek diaspora ile güçlü bağlar kurmuşlardı (Suny, 2015). Ermeni aydınları modern
    siyasal ideolojilere, anayasal reform taleplerine ve Batı Avrupa ile temas kurabilecek entelektüel
    birikime sahipti. Bu durum, Ermeni toplumunu İttihatçı yönetim gözünde hem ideolojik hem de
    güvenlik açısından “tehdit” haline getirmiştir. Öte yandan, Süryani toplumunda modern anlamda
    siyasal örgütlenme neredeyse yoktu; cemaat içi yaşam daha çok kilise yapıları üzerinden
    örgütlenmekteydi (Donabed, 2015).
  3. Ekonomik Güç ve Burjuvazi
    Ermeni burjuvazisi, özellikle İstanbul, İzmir ve Halep gibi kentlerde Osmanlı ticaret hayatının
    önemli aktörlerindendi. Ayrıca Batılı sermaye çevreleriyle doğrudan ilişki kurmuş olmaları,
    Ermenileri sadece etnik değil, aynı zamanda ekonomik bir tehdit olarak konumlandırmıştır
    (Keyder, 1997). Bu durum, 1915 tehcir ve el koyma süreçlerinin aynı zamanda bir ekonomik
    yeniden dağıtım hamlesi (property transfer and national bourgeoisie formation) olarak da

okunmasına yol açar. Süryani cemaatin ekonomik etkisi ise daha çok yerel düzeyde, zanaatkârlık
ve küçük ölçekli ticaretle sınırlıydı (Gaunt, 2006).

  1. Uluslararası Temsil ve Diaspora Gücü
    Ermeni diasporası, özellikle 1920’lerden sonra Fransa, ABD, Lübnan ve Sovyetler Birliği gibi
    ülkelerde güçlü kültürel ve siyasal yapılar kurmuş, soykırım anlatısını uluslararası arenaya taşıma
    konusunda etkili olmuştur (Tölölyan, 1996). Bu etki, 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin
    oluşturulmasında dahi dolaylı biçimde etkili olmuştur. Süryani diasporası ise çok daha geç bir
    dönemde, 1970’lerden itibaren Avrupa’ya göçle oluşmuş ve politik temsil araçlarını sınırlı biçimde
    kullanabilmiştir. Dolayısıyla “Seyfo” (kılıç yılı) olarak adlandırılan Süryani soykırımı, tarihsel
    belgelenme ve uluslararası tanınırlık açısından oldukça geride kalmıştır (Travis, 2010).

İkincil Görünürlük Faktörleri

  1. Misyonerlik Faaliyetleri ve Tanıklıklar Üzerinden Oluşan Erken Uluslararası Kamuoyu
    19.yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasında özellikle Amerikan ve Avrupa menşeli misyoner
    teşkilatlarının, başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan halklar arasında yoğun faaliyet yürüttüğü
    bilinmektedir. Amerikan Board gibi kurumların kurduğu okullar, hastaneler ve matbaalar
    aracılığıyla, Ermeni toplumuyla daha organik ilişkiler kurulmuş, bu da 1915’teki şiddet karşısında
    erken dönemden itibaren sistematik tanıklıkların uluslararası basına ve devletlere aktarılmasına
    olanak sağlamıştır (Balakian, 2003). Bu tanıklıklar, özellikle ABD kamuoyunda ciddi bir farkındalık
    yaratmıştır. Buna karşın Süryani toplulukları, misyoner faaliyetlerinin daha sınırlı olduğu
    bölgelerde yaşadıkları için benzer bir tanıklık ağına sahip değildi.
  2. Soykırım Kavramının Hukuki ve Kavramsal Tarihinde Ermeni Örneğinin Merkezî Rolü
    “Soykırım” kavramının mucidi olarak kabul edilen Raphael Lemkin, kavramı şekillendirirken
    Ermeni Soykırımı’nı açık biçimde bir örnek vaka olarak tanımlamıştır (Schabas, 2009). Lemkin’in
    bu tercihi, Holokost’tan sonra uluslararası hukukun “soykırım”ı tanımlama sürecinde Ermenileri
    referans noktası hâline getirmiştir. Bu nedenle hem uluslararası hukuk literatüründe hem de anma
    pratiklerinde Ermeniler, paradigmatik örnek statüsünü kazanmıştır. Süryani soykırımı ise bu
    kurucu hukuki-kavramsal çerçeveye dahil edilmemiştir.
  3. Osmanlı-Ermeni İlişkilerinin Tanzimat’tan İttihatçılığa Evrilen Siyasallığı
    Ermeni meselesi, 1878 Berlin Antlaşması’ndan itibaren uluslararası bir soruna dönüşmüş; büyük
    devletlerin Ermeni vilayetlerine yönelik reform talepleri, Osmanlı dış politikasında Ermeni
    toplumunu sürekli bir diplomatik baskı unsuru haline getirmiştir. Bu durum, İttihat ve Terakki
    yöneticilerinde Ermenilere karşı derin bir kuşku ve millî güvenlik paranoyası doğurmuştur (Akçam,
    2004). Dolayısıyla Ermenilere yönelik şiddet, salt etnik temizlikten çok, devletin uluslararası
    baskıya karşı “sorun ortadan kaldırma” stratejisiyle de iç içe geçmiştir. Bu tür jeopolitik bağlamlar,
    Ermeni vakasını daha sistematik ve belgelenmiş bir yapı haline getirmiştir.
  4. İzleyen Cumhuriyet Döneminde Sessizlik Politikalarının Seçiciliği
    Cumhuriyet döneminde resmi tarih anlatısı, Ermeni meselesini yok sayma ya da haklılaştırma
    stratejileriyle şekillenirken, Süryani soykırımı neredeyse hiç gündeme gelmemiştir. Bu yokluk, bir
    yönüyle Süryanilerin ulusal bir temsilden yoksun oluşuyla, diğer yönüyle ise devletin “sessiz

ötekileri” daha kolay dışarda bırakabilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla hem resmî söylem hem de sivil
toplum alanı, Ermeni meselesine dair polemik üretirken, Süryanilerin başına gelenler adeta tarihin
dip akıntısına terk edilmiştir.

Soykırımın Siyasal Temsili ve Sessizlik Üzerine

Ermenilerin, 1915 tarihli kitlesel yok etme politikalarının simgesel halkı hâline gelmesi, yalnızca
maruz kalınan şiddetin büyüklüğüyle değil, aynı zamanda yukarıda sıralanan demografik, siyasal,
ekonomik ve uluslararası etmenlerle de doğrudan ilişkilidir. Bu durum, Süryanilerin uğradığı
benzer felaketlerin görünmezliğiyle çarpıcı bir tezat oluşturur. Süryani soykırımının tarihsel
tanınması ve kolektif hafızada yer edinmesi, yalnızca belgelenme meselesi değil, aynı zamanda
siyasal temsil, örgütlenme ve diaspora stratejileriyle de doğrudan bağlantılıdır.
Bu nedenle, “neden sadece Ermenilerden bahsediliyor” sorusu, aslında bir inkâr değil, aksine
farklı halkların farklı şekillerde maruz bırakıldıkları sessizlik yapılarını ve hafıza politikalarını
anlamak açısından kritik bir epistemolojik anahtardır.

Kaynak: sendika.org

Leave a reply:

Your email address will not be published.

Site Footer