“Bak Şemso, baban ihtiyat askerliğine gidiyor!”
“Koskoca Hadodo soyundan kimse kalmadı Midyat’ta!
Yok artık kimsemiz, yok!”
“Ben Seyfoyu yaşamadım. Ben Seyfo sırasında yaşananları annemden, babamdan, büyüklerimden duydum. Duyduklarıma göre, annemin kendisinden işittiğime göre, annem Seyde, Anhel köyünde kurtulmuş. Nasıl kurtulmuş? Bilmiyorum. Kaçırmışlar. Öyle derlerdi. İşittiğime göre Anhel’de kurtarılmış.
Babam ise, annesinin elinden tutarak kaçarken saldırıya uğramışlar. Annesini bıçaklayıp öldürmüşler. Babamı, annesini öldüren Mıhelmiler kaçırmışlar.”
“Bütün ihtiyata giden erkekleri, babaları talim ettiler. Sıra sıra yürüyorlar. İbrahim Şabo, Süryanilerin büyüğü idi. O eline Türk bayrağını almış, en önde yürüyordu. Bando çalıyordu. Davullu zurnalı… Bütün babalar, sıra sıra yürüyordu… Yengem ile birlikte yalınayak koşuyoruz. Yol yok, dikenli, taşlı… Ağlıyoruz… Babamı arıyoruz, babamı göreceğiz! Yengem babamı görmüş. Heyecanlı heyecanlı; “Bak Şemso, bak baban!” diyordu. Ben şaşırmışım, göremiyorum babamı!”
Midyatlı Hadodo soyundan Şemso Altaş
Turabdin’in, Anadolu’nun evlatlarından Hadodo soyundan Şemso Altaş, 87 yaşında, Almanya’da, Wanne-Eickel şehrinde aramızdan ayrıldı. Şemso Altaş’ın hayatı Turabdin’in, Türkiye’nin son yüz yıllık tarihidir. Beni Şemso Altaş ile Midyatlı Süryani Kardeşim Albert Sevinç Hadodo tanıştırmıştı.
Ben 2002 yılından itibaren Süryanileri ve Seyfo’yu araştırmaya başlamıştım. 2009 yılı Nisan ayında Turabdin’e gittim, Mardin’i, Midyat’ı, köy köy dolaştım. Turabdin’de çok zengin bir kültür dünyası ile karşılaştım. Görüp yaşadıklarım benim dünyamı zenginleştirdi ve değiştirdi.
Midyatlı Süryani Kardeşim Albert Hadodo Turabdin seyahatimi çok merak ediyordu. Oturup konuştuk. Anlattım gördüklerimi. Albert çok duygulandı. “Evet, Kemal işte biz bu acı hatıralar, işte bu acılı geçmiş ve o gördüğün tarihi içinde var olmaya çalıştık, acılar henüz bitmiş değil. Geçmişin acılarına yenileri ekleniyor. İstersen bir de halamla konuş. Onun da özellikle ihtiyat askerliğiyle ilgili anıları var.” diye öneride bulundu. Memnuniyetle kabul ettim.
Şemso Altaş’ın evinde
21 Mayıs 2009 günü, Albert’le birlikte, Wanne-Eickel’de yaşayan halası Şemso Altaş’ın evine gittik. Tanıştık. Beni çok candan karşıladılar. Midyat’ı, Mardin’i, memleketlerini sordular.
Çektiğim resimleri göstererek kısaca anlattım. Hadodoların evlerinin resimlerini gösterdim. Şemso Altaş, “İşte bu mahalle bizim mahallemizdi, işte şu ev bizim evimizdi!” diye diye, gözyaşlarını içine akıta akıta resimlere tek tek baktı.
Sonra “Haydi bakalım! Gerisini içeride konuşalım! Ne soracaksan sor. Bildiklerimi anlatayım.” diyerek beni baş başa konuşacağımız misafir odasına götürdü.
“İnsan çocuklarının, torunlarının yanında rahat konuşamıyor. Burada daha rahat anlatabilirim. Ne anlatayım sana? Nereden başlayalım? Benim anlatacaklarım çok uzun sürer. Sen sor, ben anlatayım.”
“Başınızdan geçenleri, görüp yaşadıklarınızı, annenizden, babanızdan, büyüklerinizden duyduklarınızı aklınızda kaldığı gibi anlatınız.”
“Anlatayım. Ben Şemso Altaş Hadodo, 1930 senesinde, Midyat’ta doğdum. Annemin adı Seyde, babamın adı Gabro Hadodo.” diyerek düzgün bir Türkçeyle anlatmaya başladı:
Duyduklarıma göre, annemin kendisinden işittiğime göre, annem Seyde, Anhel köyünde kurtulmuş. Nasıl kurtulmuş? Bilmiyorum. Kaçırmışlar. Öyle derlerdi. İşittiğime göre Anhel’de kurtarılmış.
Babam ise, annesinin elinden tutarak kaçarken saldırıya uğramışlar. Annesini bıçaklayıp öldürmüşler. Babamı, annesini öldüren Mıhelmiler kaçırmışlar. Babam o günlerde 5-6 yaşlarındaymış. Küçük kardeşi ve babamın abisi başka bir yerdeymiş. Nasıl olmuşsa başka bir yerdeymiş? Bilmiyorum. Sonradan babamın abisi, küçük kardeşini bulmuş. Onu büyütmüş.
Sonra sonra işler durulunca, yıllar sonra, kardeşleri araya araya babamı bulmuşlar. Babamı bakıp büyütene para mı verdiler, ne verdilerse, babamı geri almışlar.
Benim annemin sahipleri de sonradan onu geri getirmişler. Aileden sağ kalanlar, birbirini arayıp bulmuş, tekrar Midyat’ta bir araya gelmişler. Hadodo soyunu devam ettirmeye çalışmışlar.
Annemin iki halası vardı: Rumiye ile Hazmi. Hazmi halayı Müslümanlar kızken kaçırmışlar. Kaçıran aileye “Müftüler” diyorlardı. Estel’de yaşayan büyük bir aileymiş. Müftüler, Hazmi Halamı önce Müslüman etmişler. Sonra aileden bir adamla evlendirmişler. Halamın dört çocuğu olmuştu. Çocuklarını büyüttükten, evlendirdikten sonra, 30 sene sonra baba evine geri geldi. Babasının evinde öldü. Hazmi halanın ablası ise, İsveç’te öldü.
Geçmişimiz çok acılarla, kayıplarla, ölümlerle doludur…
Benim hayatım
Yedi kardeştik. İsa ile Hanna öldüler. Şimdi beşiz; Naile, Nebiha, Jakob, Besim ve ben çok şükür yaşıyoruz. İlkokulu Midyat Atatürk İlkokulu’nda bitirdim. Diplomam durur hâlâ, hatıra olarak saklarım.
İlkokul üçüncü sınıfa giderken, 13 yaşında nişanlandım. 1945 senesinde, 15 yaşında evlendim. Kocamla çok iyi geçindik. 5 çocuğumuz oldu. Nail, Yaşar, Nebil, Ayhan ve Ferit. Çocuklarımızı okuttuk, meslek sahibi yaptık. Hepsi de evlendiler.
Kocam 1965’de, ben ise 1969’da Almanya’ya geldim. Dün gibi, bugün gibi Almanya’ya geleli tam 40 yıl oldu. Artık buralı olduk. Buraya yerleştik. Midyat’ta hiç akrabam kalmadı. Ama gene de vatanımı, yurdumu, Mityat’ı çok özlerim.
Midyat benim zamanımda çok güzeldi. Babam varlıklı idi. Evimiz barkımız, tarlamız bahçemiz, sığırımız davarımız vardı. Tarlamızda buğdayımız, bahçemizde incirimiz, karpuzumuz, kavunumuz bol olurdu. Evleninceye kadar Gölcük Mahallesi’nde, evlendikten sonra Akçakaya Mahallesi’nde oturuyorduk.
Gölcük Mahallesi’nde o zamanlar, benim çocukluğumda on aile kadar Müslüman vardı. Akçakaya Mahallesi’nde ise hiç yoktu. Bütün Midyat’ta toplam 50 aile kadar Müslüman Kürt vardı. Türkler askerdi, öğretmendi, memurdu. Mahallemizde, evimizde kiracı dururlardı. Onlar Midyatlı sayılmazdı. Misafir sayılırlardı. Hepsiyle iyi geçinirdik.
O zamanlarda Midyat başkaydı. Herkes çalışırdı. Kuyumcu, demirci, marangoz, bakırcı, ayakkabıcı, terzi, tüccar. Midyat o zamanlar Midyat’tı! Sonradan işler bozuldu, huzur kalmadı. Evimizi barkımızı, malımızı mülkümüzü bırakıp buralara gelmek zorunda kaldık. Ama bizim yurdumuz, doğup büyüdüğüm yer orasıdır. İnsan nereye giderse gitsin, doğduğu yeri, gözünü ilk açtığında gördüğü dağı taşı, konu komşuyu, evini kilisesini arar. Ben de ayrılalı 40 yıl olmasına rağmen doğduğum yerleri özlüyorum. Zaman geçtikçe bu hasretler daha da artıyor.
“Bak Şemso, baban ihtiyat askerliğine gidiyor!”
Gelelim benim hayatıma… Benim yaşadıklarıma, yaşayıp gördüklerime:
Babam beni sekiz yaşında ilkokula kaydettirmişti. Atatürk’ün öldüğünü hatırlıyorum. O gün Midyat Camisi’nin yanında akşama kadar bekledik. Bütün Süryaniler, bütün Midyat oradaydı. Askerler, kaymakam oradaydı. Hepsi nutuk ettiler. Sonra eve geldik.
Babam beni çok severdi. “Seni okutacağım, seni doktor yapacağım!” derdi. Fakat hayat şartları başkaydı, benim doktor olmama müsaade etmedi.
İlkokul üçüncü sınıfta iken nişanlandım. Okul biter bitemez evlendirdiler.
Evlenmeden evvelki yıllarda, bir gün bir tellal bağırdı. O günü çok iyi hatırlıyorum. Aynen gözümün önünde! Tellalın sesi aynen şimdi gibi kulağımda:
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Bütün Süryaniler, 25’ten 45’e kadar bütün Süryani erkekleri, bütün babalar caminin önünde toplansın! İhtiyata gidilecek!”
Sadece benim babam değil, bütün babalar ihtiyat askerliğine gidecekti!
O zamanlarda “Varlık Vergisi” diye bir vergi çıkmıştı. Vergisini veren ihtiyata gitmiyordu. Babam verememiş. Bu yüzden ihtiyata gidecekmiş. Aklımda böyle kalmış…
İhtiyata gidecek tüm Süryani erkeklerini, babaları caminin önünde toplamışlar. Ben o gün okuldaydım. Neden annem beni o gün okula göndermişti? Bilmiyorum. Amcamın karısı okula geldi.
Dedi:
“Şemso, baban ihtiyat askerliğine gidiyor. Gel sana babanı göstereyim!”
Yengem tuttu elimden, Estel’e doğru ağlaya ağlaya koşuyoruz. Yalınayak, dikenlerin, taşların içinden…
Bütün ihtiyata giden erkekleri, babaları talim ettiler. Sıra sıra yürüyorlar. İbrahim Şabo, Süryanilerin büyüğü idi. O eline Türk bayrağını almış, en önde yürüyordu. Bando çalıyordu. Davullu zurnalı… Bütün babalar, sıra sıra yürüyordu…
Yengem ile birlikte yalınayak koşuyoruz. Yol yok, dikenli, taşlı… Ağlıyoruz… Babamı arıyoruz, babamı göreceğiz! Yengem babamı görmüş. Heyecanlı heyecanlı; “Bak Şemso, bak baban!” diyordu. Ben şaşırmışım, göremiyorum.
“Nerede?”
“Bak orada, bak, bak geliyor!”
Babam beni görür görmez, koşup geldi. Beni kucakladı. Öptü, öptü! Ben ağlıyorum, babam ağlıyor! Babamın ağladığını ilk görüyorum.”
“Babalar ağlamaz” diye biliyordum.
Babalar da ağlarmış!
Babama ve ihtiyata gidenlere yolda yemeleri için kuru üzüm ve iki ekmek vermişlerdi. Ekmekler francala idi. Fırın ekmeği.
Babam kendi yol katığı olan kuru üzümü ve bir ekmeği bana verdi. “Al kızım, götür kardeşlerine, birlikte yersiniz!” dedi.
Sonra beni kucağından indirdi. Ben inmek istemiyordum.
“Ben de seninle geleceğim!” diye ağlamaya başladım.
Yengem, “Baban askere gidip gelecek. Çocuklar askere gitmez!” diyerek beni babamın kucağından, kendi kucağına aldı.
Babam hızla yanımızdan ayrıldı. Koşarak gitti, sıra sıra giden insanların arasında kayboldu.
Önümüzden sıra sıra babalar geçiyordu. Ben ağlıyorum! Sanki çocuk aklımla babamı bir daha hiç göremeyeceğimi düşünüyorum. Sadece ben değil, yengem de ağlıyordu! Sadece çocuklar değil, büyükler de ağlıyordu! Bütün çocuklar, bütün kadınlar, bütün kız kardeşler, bütün nineler, anneler, dedeler ağlıyordu! Ben hayatımda bir daha o günkü kadar ağlayan görmedim. Gidenler de, kalanlar da ağlıyordu!
O babalar ölüme gitmişti.
Herkes onları ölüme uğurluyordu.
Gidenler gözden kayboldular…
Yengemle beraber geri döndük. Gene yalınayak, dikenlerin, taşların arasından yürüyerek evimize döndük. Evimiz, ölü evine dönmüştü.
Babasız bir ev!
Annem dirayetli kadındı. Evin direği oldu. Bize hem babalık, hem de analık yapıyordu. Babam gittikten sonra bizler “Baba, baba!” diye kuş yavruları gibi ağlaşırdık. Fakat annem bizim yanımızda hiç ağlamadı. Gözyaşlarını içine akıttı!
“Ağlamayın! Babanız yakında gelecek!” derdi. Kardeşlerin en büyüğü benim. Babam ihtiyata gittiğinde 12 yaşındaydım. Acılar, zorluklar, korkular çocukları çabuk olgunlaştırıyor. Şimdi buradaki 12 yaşındaki çocuklara bakıyorum da şaşıyorum. Ben 12 yaşımda anneme yardım ederdim, küçük kardeşlerime bakardım.
Kardeşim İsa, Albert’in babası çok ağlardı! Evden kaçar, bağa giderdi. Gider getirirdim. Bazen, “Haydi gel, babamız gelecek!” diye aldatırdım. Paramız vardı, ama annem idareli kullanırdı. Babam gittikten sonra, arpa ekmeği yemeye başladık. İsa, “Ben arpa ekmeği yemem!” diye ağlardı. Bir gün bir kardeşim yolda oynarken hastalandı. Bir anda ölüm kucağına alıverdi kardeşimi!
Kocamla daha o zamanlarda nişanlı değildik. Ama birbirimizi bilirdik. O her zaman bizim yardımımıza koşardı. Annem “Çocuk ölecek, git hemen bir doktor bul, getir!” dedi. Hemen gidip, iki doktor getirdi. Biri operatör doktor, diğeri normal doktor idi.
Muayene ettiler. “Dizanteri” dediler.
Doktor dedi:
“Su kaynatabilir misin?”
Dedim, “Kaynatırım!”
Dediğini hemen yaptım.
İğnesini kaynar suyun içine koydu. Sonra karnına iğne vurdu. Kardeşim susuz kalmış! Vücuduna su vermek istemişler. Olmadı! Kurtaramadılar! Kardeşim doktorların yanında öldü!
İki doktor da bizimle beraber ağladılar! Daha sonra bir kardeşim daha öldü! Babam yoktu! Babamdan hiç haber gelmiyordu!
Ben artık “Anne, babam ne zaman gelecek?” diye soramaz oldum! Ne zaman sorsam, annem kötü oluyordu. Babamlar ihtiyat askerliğine 1942 sonbaharında gitmişlerdi.
“Aç kapıyı kızım Şemso, ben geldim!”
1943 başlarında bir gece biz uyuyorduk. Soğuk bir gündü. Yataktayız hepimiz! Annem, ben, kardeşlerim bir odanın içinde yatıyoruz.
Uykumun içinde, bir tıkırtı duydum. Hemen fırlayıp kalktım. Kapı çalınıyordu. Tak tak tak! Annem de uyandı hemen, toparlandı. Ben seslendim:
“Kim o?”
“Aç kızım Şemso, benim!”
Hemen kapıya koştum. Açtım kapıyı.
“Baba!”
“Kızım!”
Babam gelince evimize hemen neşe geldi yeniden!
O geceyi hiç unutmam! Hayatımdan öyle mutlulukları az gördüm. Babam bütün bir kış bizimle kaldı, ihtiyat askerliğini anlatırdı. İhtiyata giden başka babalar da döndüler. Babalarla birlikte Midyat’a neşe geldi, sevinç geldi.
İsa kardeşim hiç kaçmaz oldu! Uslandı, akıllandı. Babamın yanından hiç ayrılmazdı. Babam hepimizi çok severdi.
Babamın ihtiyat askerliğinde yaşadıkları
Babam ihtiyat askerliğini Eskişehir’de yapmış. Yol inşaatında çalışmışlar. Taş kırmışlar, kazma kürek, soğuk sıcak demeden amelelik yapmışlar. Babam bizim yanımızda fazla konuşmuyordu. Aynı yerde bir Ermeniyle birlikte ihtiyat askerliği yapmışlar. Babam ona, “Dayı” diyordu, babamdan daha yaşlıymış. Askerde babama çok yardımcı olmuş.
Babam bahardan güze kadar, iki yaz ihtiyata gitti. İkinci gidişinde birden geri geldi. Ne oldu, neden geri geldi bilmiyorum. Babam ihtiyat askerliğinden sonra yeniden işinin başına geçti. Fakat huzurumuz kalmamıştı. Babamın eski neşesi yoktu. Babam ihtiyat askerliğinden sonra içine kapandı.
Annem ev hanımıydı. Babamın ihtiyat askerliğine alınması, askerden bir daha dönüp dönmeyeceğinin belli olmaması, ta Seyfo zamanından beri gelen büyük korkular, birçok Süryani gibi, annemin de sağlığını bozmuştu. Babam ihtiyat askerliğine gittikten sonra annemin ruh sağlığı çok bozuldu. Annem sinir hastası oldu. Babam askerden döndükten sonra annemi Diyarbakır’a doktora götürdü. Çeşitli ilaçlar alıyordu. Fakat annemin hastalığı iyileşmedi. Daha sonra, Albert’in annesiyle birlikte İstanbul’a doktora gittiler. Gene de annem iyileşmedi.
Ben ilkokulda okurken nişanlanmıştım. 1945’de evlendim. Kayınbabamın evinde hep beraber kalıyorduk. Ben ünlü doktor Rifat Yenigün’ün ablası Hatice ile birlikte okudum. Aynı sınıftaydık. Fakat Hatice okula devam etmedi. İlkokul 2. sınıfta okulu bıraktı. Neden bıraktığını bilmiyorum.
Koskoca Hadodo soyundan kimse kalmadı Midyat’ta! Yok artık kimsemiz, yok!
1960 yıllarında Midyat tamamen Süryaniydi. Müslümanlar, Kürtler okulda azınlıktaydı. Buna rağmen okulda Müslüman-Hıristiyan kavgası oluyordu. Hatta bazen çarşıda bile kavga oluyordu. Huzurumuz giderek bozuldu.
O günlerde, Almanya kapısı açılmıştı. Süryaniler, Almanya’yı bir kurtuluş olarak görüyorlardı. Biri gitti, ötekini de çağırdı. “O gitti, ben de gideyim!” düşüncesi sardı herkesi. Yaşanan olaylar da bu gidişi hızlandırdı.
Kocamın işi iyiydi. Tüccar terzilik yapıyordu. Ama para bazen her şeye çare olamıyor! Can güvenliğimiz, huzurumuz günde güne bozuluyordu. Almanya’ya gitmeye karar verdik.
Kocam 1965 senesinde, oğlum Nail’le birlikte Almanya’ya geldi. 2-3 sene kaldı. İzine geldi. Oğlumuzu nişanladık. Oğlum Nail, 10 Ekim 1969’da evlendi. Sonra hep birlikte trenle Almanya’ya geldik. Bochum’da trenden indik. Kocam beni istasyonda karşıladı, bir taksiyle Wanne-Eickel’de evine götürdü.
Geliş o geliş! Göçün dönüşü olmuyor. Bugün yarın derken Almanya’ya geleli tam 40 sene oldu. Bu 40 yıl içinde Midyat boşaldı. Mardin boşaldı. Turabdin’deki Süryani köyleri boşaldı. Çok az insan kaldı geride!
Türkiye’ye, Midyat’a gittik. Köyleri, kiliseleri, manastırları gezip gördük. Birçok Süryani köyü, Kürt köyü olmuş artık! Kiliseler, manastırlar harabeye dönmüş. Bazı köylerdeki kiliseler, Almanya’daki, Avrupa’daki Süryanilerin yardımlarıyla yeniden onarılıyor, yıkılan kiliseler yeniden yapılıyor. Ama bu kiliselere gidecek Süryani kalmadı köylerde. Benim soyumdan, koskoca Hadodo soyundan kimse kalmadı Midyat’ta. Yok artık kimsemiz, yok!
Babamın evi çok güzeldi. Evimizi bir Müslüman aile almıştı. O Müslümanın karısı Süryani idi.
Keşke Seyfo olmasaydı!
Kardeşlerim öldü! Albert’in babası olan kardeşim İsa, aniden beyin kanamasından öldü!
Hanna’yı Wanne-Eickel’de kendi dükkânının içinde öldürdüler. Öldüren parasını almak için öldürmüş kardeşimi!
Midyat’ta gittiğimde görüyorum. Bizim evlerimize hep Müslümanlar, hep Kürtler yerleşmişler. Midyat artık eski Midyat değil!
Beş yıl önce gitmiştik Midyat’a. Gene gitmek istiyorum. Midyat’ı görmek istiyorum! Özlüyorum! Midyat bizim vatanımız! Vatanımızı özlüyorum! İnsan nerede doğduysa, orayı özlüyor. Milletimi özlüyorum!
Yangınlar sönsün, acılar dinsin, korkular bitsin artık!
Almanya’ya geleli 40 yıl oldu. Ama ben gene Midyatlıyım. Burada Süryani kilisemiz var. Burada evimiz, dükkânımız var. Ama ben Midyatlı bir Süryaniyim. Midyat’ta evimiz vardı, bağımız bahçemiz vardı. Doğduğum evi, yürüdüğüm sokakları, okuduğum okulu, üzümünü incirini yediğim bağları bahçeleri çok özlüyorum! Bağımız Midyat’a çok yakındı. Kavunlarımız çok tatlı olurdu. Keşke bu Seyfo olmasaydı! Türkler bizi öldürmedi. Öldürenler Kürtlerdi, dağlı Kürtlerdi. Ama Kürtler Süryanileri, Türk hükümetinin emriyle öldürmüştü. Hükümet “Dur!” dese, Kürtler Süryanilerin kılına bile dokunamazdı! Ben artık kimseye kin duymuyorum! Atalarımızı öldürdünüz diye Kürtlere öfke duymuyorum. Öfke işe yaramaz ki! İçimde kin, nefret, öfke yok!
Öfkem, dükkânının içinde kardeşimi öldürenlere!
Öfkem kızımızın ölümüne sebep olanlara!
Midyatlılara, insanlara kinim, öfkem yok! Hepsine sıhhat dolu günler diliyorum! Sevimli yaşasınlar, birbirlerini artık öldürmesinler, birbirlerini saysınlar, sevsinler! Huzurlu, mutlu olsunlar! Yangınlar sönsün, acılar dinsin, korkular bitsin artık! Midyat’a, vatanıma, milletime selam ediyorum.
Kemal Yalçın, Wanne-Eickel, 21 Mayıs 2009 Şemso Altaş
07.03.1930 Midyat – 18.10.2017 Wanne-Eickel